17 Temmuz 2015 Cuma

Mutlu sonlara inanın, lütfen!... :)



Kişisel gelişim ıvır zıvırlarına pek itimadım yoktur. Hep yazarım, hep söylerim. Ancak kişisel gelişim ıvır zıvırlarının bir tanesinde duyduğum şahane bir meseli aktarmak isterim. Derler ki: İnsan hayatı lastik bir toptur. Dibe vurmadan sıçraması, yukarıya yükselmesi imkansızdır. İşte hayatımın özeti demiştim bunu okuyunca. Dibe vurmadan belki de yükselmem imkansızdı. Vurdum ve yukarı çıktım, çok şükür.

Bu yazıyı hangi ruh haliyle, nerede, hangi acı ya da sevinçle okuyacaksınız bilmiyorum ancak bildiğim bir şey var. Lütfen, iyiliğe, mutluluğa olan inancınızı kaybetmeyin. "Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık" der Güzel Kuran'ın İsra suresinde. Çabamı, inancımı, umudumu hiç kaybetmedim ben. Sorguladığım, isyan ettiğim, haykırdığım çok oldu ama içimde bir yer her zaman umudunu sürdürdü. Siz de kaybetmeyin olur mu?

Bu sefer talihin çarkları benden yana dönüyordu diye ara vermiştim. Sanırım ameliyatımla birlikte sağ omuzuma konan talih kuşu üzerimde çiftleşmeye karar vermişti. :))

Etrafımızdaki "çok hızlı gidiyorsunuz aman dikkat!" diyen eş dosta inat, ailelerimizle birlikte bu isteme-nişan-nikah vıdıvıdı sürecini sündürmeme niyetindeydik. Çok garip biçimde birlikteliğimize çok sevinen eş dost, bu sefer "ayh biraz bekleyin" havası çalmaya başlamıştı. Kimseyi dinlemeye niyetimiz yoktu. Bu yaştan sonra, bunca acıdan sonra birbirimizi bulmuştuk. Birbirimizi tekrar sevgiye inandırmıştık. Niye ve tam olarak neyi bekleyecektik? (Hiiiiieç!)

29 Ekim 2011 akşamı bu sefer bizde aileler biraraya geldi. Daha önceden zaten yüzük takacağımız konuşulduğu için isteme-nişan birarada oldu. Ortalama 90 kilo falandım o zamanlar, hala kilo verme sürecindeydim ameliyatımın. Kıpkırmızı bir nişan tuvaleti vardı hayalimde ancak bedenime uygun bulamadım. Olsundu. Beyaz bir elbise buldum. Yine herkes beyaz ancak nikahta olur dedi ama ben bembeyaz mini bir nişanlıkla yine kendi devrimlerime imza atıyordum. Böylece o gece resmi olarak istendim.

Heyecan tavandı elbette. Çok aile içi bir nişan idi ama rüya gibiydi zira çok aşıktık. Hala öyleyiz. (Burada maşallaaaaaah çekilecek pls)



Konumuzdan bağımsız olarak bir şey itiraf etmemde yarar var. Biriyle evlenme sürecine girdiğinizde etraftan en çok duyacağınız söz "aman tatlı telaşlar bunlar ahahah" olacak. Aldanmayın. Hiç de tatlı değil. Düşünmeniz gereken milyar ayrıntı, kurmanız gereken bir ev, eşyasıydı, davetiyesiydi, tanıdıklardı, herkesi memnun etme telaşıydı canınız çıkacak. Zaten bu süreci bu kadar zor yapmanın nedeni sanıyorum insanların yılıp boşanmalarını falan engellemek olmalı. Zira teknik olarak devlet huzurunda atılacak iki imza örflerle bu kadar meşakkatli ve zor hale getirilebilir. Bu noktada çiftlere tavsiyem insanları değil, kendinizi memnun edecek tercihler yapın. İyi ki yapmışım dedikleriniz hep onlar olacak çünkü.

Gelelim sürecime. Nişandan sonra güne karar verme, gün alma, resmi işlemler vs için koşturduk.
Bunun yanında kilo veririmim devam ettiği için her gelinlik provam, gelinliğimi dikenler için bir kabustu. Göbek ve kol kısmımda kilo verimine bağlı sarkmalar olduğu için kollu ve oldukça hareketli bir model seçmiştim. Aslında mantıklı olan kilo verimi sürecini tamamlayıp öyle evlenmek fakat gönül ferman dinlemiyor tahmin edeceğiniz üzere. :)

12 Mayıs 2012. İşte bu ikimizin de hayatını değiştirecek, ikimiizn hayatını kalp şeklinde düğümleyecek tarihti. Gerek maddi durumumuzdan, gerekse yoğunluktan tarihin görüp görebileceği en temel davetiyeyi seçmiştik. Bizi mutlu etmişti, önemli olan ise sadece buydu.
İkimizin de tamamen unuttuğu fakat örfümüzde kapppppı gibi yeri olan kına gecesini bize ailelerimiz hatırlattı. O hep istediğim kırmızı elbiseyi olmasa bile ona yakın bir elbise giyebilmiş, muradıma ermiştim. Çılgınca eğlenceli olmadı ama nikahtan önce son adım olan kına gecesinin de hakkını vermiştik. (O uzun kırmızı elbise hala hayallerimi süslüyor!)

Günler geçmiş, nikah tarihimiz iyice kapımıza dayanmıştı. Size bir minik sır daha vereyim. Bu süreçte müstakbel eşinizle birbirinizin saçını başını yolmazsanız bir daha zor yolarsınız. Stres topu gibi gezdiğiniz ve ancak nikahtan sonraki sabah rahatladığınız bir dönem bu. (Aranızda gülen fesatlar var, hayır kastettiğim o rahatlama değil!)

Biz düğün istemiyorduk, ailelerimiz istiyordu. Biz nikah şekeri istemiyorduk, onlar istiyordu. Biz kimseyi kırmamaya çalışıyorduk ve fakat hem paramız, hem zamanımız bu trilyon ayrıntı için yetmiyordu. Nihayetinde nikahtan sonra dostlarımızla maç izlemeye gitmeye karar vererek bu zorlu dönemeçi de atlattık. (Nihayetinde GS - F B şampiyonluk derbisi vardı ve kimse kusura bakmasın ama kaçmazdı!!!) Netekim kaçırmadık. :)))

Günler geçti. Nikah tarihimiz kapıya dayandı. Aslında hçbir şeyi gönlümüzce yetiştiremedik. Trafiğe kaldık, evden anlı şanlı çıkarılamadım falan falan ama nihayetinde sevdiğim adamın kollarında olmak, bir ömür boyu onunla nefes alacak yemini etmek tüm aksaklıkların üstündeydi.

12 Mayıs 2012 tarihinde Üsküdar evlendirme dairesinde, nikah şahitliğimi can hocam Doç.Dr.Halil Coşkun yaparak Erdem Şekerpare, canım, ciğerim, hayatımın, evimin direği ile dünya evine girdim. Bizim oralarda şöyle bir tevatür vardır. Nikah şahidi mutlu bir evliiği olanlardan seçilir. Gerek mutlu evliliği, gerekse hayatıma attığı imza nedeniyle kendisinin nikah şahidim olmasını istediğimde beni kırmayıp hocam hayatımın bu önemli mihenk taşına daha imza attı. :)




Saat 18:00'de son nikah olarak kıyılan nikahmız sonrasında daha önce kararlaştırdığımız gibi maç izlemeye gittik. (Evet birçok kişi bu yüzden bize deli muamelesi yaptı, olsundu.) Önemli olan hayatımızı istediğimiz şeklide birleştirip, istediğimiz şekilde kutlama yapmamızdı. Üstelik o sene şampiyonluk hediyesini de biz almıştık. Daha ne isterdik?

Bu süreç, bu mutlu son zayıflamamla başlamamıştı. Bunu önemle anlatmak isterim. Hayatımında yıldızların ışıldadığı bu dönem, KARAR VERMEMLE, hayatımı değiştirmeye niyetlenmemle başlamıştı. Kendimde hissettiğim son güç kırıntısıyla hayata tutunmuş, adeta pençelerimi geçirmiştim.

Yaşamak istiyordum. Şimdi 20 yaşında ameliyat olanlara bakıp özeniyorum o yaşta hayatlaını kurtardıkları için. Ben kendimce geç kalmış ama kaderimin zamanlamasına göre kendime cuk oturmuştum. Tüm adımlarımın, çabalarımın meyvesini toplamıştım.

Bilmeniz gereken canlar; ben Allah'ın özel bir kulu değilim. Hayatınızı değiştirmeye niyetlendiğinizde, önünüzdeki çakıl taşların nasıl da birden yokolduğuna şahit olacaksınız. Benim kaderden anladığım; Tanrı karar vermemizi ve çabalamamızı istiyor. Sadece benim için değil, hepimiz için böyle. Ben, yola çıkarken isyan ettim, infial yarattım, idrak ettim, çabaladım ve çalıştım. Hepimiz bu süreçlerden geçtik ve geçeceğiz.

Başta alıntıladığımı yineliyorum.
"Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık"
O kadar doğru, o kadar aydınlatıcı, o kadar motive edici ki bu cümle benim için. O kadar kutlu ki...
Hayatımın en önemli kelimeleri desem yanlış olmaz.
Lütfen siz de inanın. Değişmeye niyet edin ve çaba gösterin.

Göreceksiniz, değişime şahit olacaksınız. Yeter ki inanın ki; mutlu sonlar var.
Ben bütün bunları çok parasız, çok hasta, çok kahırlanarak, çok isyanlarda ama hep umud ederek geçirdiğime göre her biriniz başarabilirsiniz.

Ben hepinizin sürecinize yürekten inanıyorum.
Mutlu sonlara innaın, lütfen. Fiizksel olmasa dahi, yapayalnızken elinizi tuttuğumu hayal edin. Bu yolda yalnız ve çaresiz değilsiniz.

Benimle aynı süreçleri geçiren sizler...
Hepinize yürekten inanıyorum.<3 






30 Ağustos 2014 Cumartesi

Hayatım olmuş işler güçler! :)



Hayatımda kader çarklarının benden yana dönmesine alışkın olmayan biri olarak, hem sağlık, hem de aşk yönünden zannedersem altın çağımı yaşıyordum. Tek sorun işsiz olmamdı. Ayda bir teklif geliyor, onda da abuk subuk fiyat yada şartlar getiriyorlardı önüme. Kabul etmem demek, özsaygımı kaybetmem demekti. Elbette kabul etmemiştim.

İnsan hayatta neye yeteneği olduğunu ve neye hiç olmadığını bilir. Örneğin benim matematik, muhasebe, hesap-kitap, raporlama, tablo yapma vs.  gibi işlere zerre yeteneğim yoktur. Diğer yandan çene yapma, sosyal medya, yazı-çizi, yabancı dil, bu zamana kadar yaşadıklarım ve biriktirdiklerim göz önüne alındığında tıbbi şeyler, dekorasyon, tasarım vs gibi şeylere ciddi anlamda yeteneğim vardır. Ben de kendini bilen biri olarak öncelikle kendime uygun bir iş aradım. Bu arada kaderin cilvesi, yine Ekşi Sözlük'ten sevdiğim bir arkadaşımın ortağı olduğu bir ajansa iş görüşmesine gittim. İş görüşmesinde işi aldığım yetmediği gibi, bir de görüşmenin hemen arkasından çok önemli ve çok meşhur bir şirketle toplantıya girdik. :)

Bu kısım şans mı, kaderin cilvesi mi bilmiyorum ama eskiden de (henüz iş ilanlarının sadece gazetede olduğu yıllarda) parmağımı bir ilana koyup, ben buraya gireceğim dediğim her işe girdim. Her projede yer aldım. Bu sefer de şansım yaver gitmişti ve piyasada iyi durumda olan bir ajansta işe başlamıştım. İş koşulları güzeldi ve işimi seviyordum ancak açıkçası gözümü obezite cerrahisine dikmiştim.

Sosyal Medya Uzmanı olarak çalıştığım zamanlarda çok büyük şirket ve grupları temsil ettim. Hiçbirinden negatif dönüş almadım ancak gözüm de gönlüm de hep ameliyatımla ilgili birşeyler yapmaktan yanaydı. Ne kadar çok kişi ameliyatları bilir, kurtulursa o kadar iyiydi. Kimsenin benim gibi, benim kadar acı çekmesini istemiyordum zira kendi acıma katlandığım kadar başkalarınınkine katlanamıyordum. İnsanlar süreçlerini anlattığında her seferinde hüngür hüngür ağlıyordum. (hala ağlıyorum).

Çok yoğun çalışmama rağmen bir yandan da çılgınca hocamı takip ediyordum. Kontrol ve takiplerime de düzenli gidiyordum. Bir gün korkunç bir grip ile uyandım. İşe gitmeye mecburdum. Hocama ne yapabilirim diye mail attım ve ortalama yarım saat içinde bana döndü. Ameliyatın erken döneminde yaşadığım grip vesilesiyle o ara hocamla epey bir görüştük telefonla ve maille. Hemen hemen hepsinde şunu söyledim. "Hocam, benim sizinle çalışmam lazım!" Birlikte çalışmamız lazım." Hemen hemen her seferinde de veto yedim. :D Aslında çok ama çok ciddiydim. :)

Aynı zaman diliminde hocam da kitabı üzerinde çalışıyordu. (bkz: Obezite Kaderiniz Değil). Onlarca ısrarımın (resmen peşinden koştum desem yeridir) ve mail/telefonumun üzerine bir gece hocam, hazırladığı kitapla ilgili birkaç konuda ortak bir çalışma yürütebileceğimizi, uygun olup olmadığımı sordu. Hoplaya zıplaya kabul ettim tabii. Ortaya çıkan eseri çoğunuz biliyorsunuz zaten. Buyrunuz:


Kitap basım sürecine girmişti ancak benim hocamı bırakmaya niyetim yoktu. Bu esnada da yabancı literatürleri araştırıyor, resmen gündüz iş, gece cerrahi araştırma mesaisi yapıyordum. İşe gireli ortalama 1,5 -2 ay olmuştu. Ne yalan söyleyeyim ajans ortamımız çok şenlikliydi ve mutlulukla çalışıyordum. Evet işler çok yoğundu, sandığım kadar kolay değildi, çok büyük markalar/holdinglerin iş yükünü sırtlamıştık ama çalışma arkadaşlarım o kadar iyiydi ve ortamımız o kadar neşeliydi ki! :) Asla haklarını yiyemem. Hatta çok mühim bir toplantıda "xxxx Sabancı" ile yanyana oturup, üzerine kadıncağızı tanımayıp, üzerine bir de laptopumun ekranına bakıyor diye kendisine trip atmışlığım mevcuttur. Gerçi hoşuna gitmişti bence herkes gibi davranılmak ama bu benim kendi yorumum tabii. :)

Normalde ciddi fırça yenilecek bu durumu biz ajansta kahkahalarla geçiştirmiştik. Eğer okuyorlarsa eski patronlarıma selam olsun. :) Biraz şans, biraz da mizacım gereği iş hayatına başladım başlayalı - sahne olsun, sinema olsun, sosyal medya olsun - hem çok az iş değiştirdim, hem çok iyi patronlarım oldu, hem de hep tatlılıkla ayrıldım çalıştığım yerlerden. Çalıştığım yeri, kendi işim gibi, hatta kendiminkinden çok benimserim hep. Huyum böyle. Asla savunamayacağım, arkasında duramayacağım işi yapmadım, yapmam. Kimseye ilenmedim, kimseyle ne alacak, ne verecek sıkıntım oldu. Tüm eski işverenlerim ile hala görüşüyorum. Hatta bazen iş paslaşıyoruz. Ne yaşarsanız yaşayın, nihayetinde en önemlisi bence işin sonunda yüzyüze bakabilecek, oturup bir kahve içebilecek durumda, mümkünse hayır duasıyla çalışabilmektir. Eski ajans patronlarımdan biri ayrılacağım vakit bana şöyle demişti. " Profesyonelliğin -kaşarlık- yanı, senin hiç olamayacağın bir şey. Her zaman insanın senin gibi bir çalışanı olmalı..." O kadar haklıydı ki. Benim için profesyonellik hiçbir zaman -yavşaklık- olmadı. Olmaz da. Beni kısa zamanda bu kadar iyi tanımaları ise ayrı bir güzellikti. Oradaki günlerimden bir kare, buyrunuz:






Gün oldu devran döndü. Bir gün bir mail aldım hocamdan. Hiçbir ipucu yoktu, sadece "vaktin varsa konuşalım" minvalinde bir maildi. Nihayet kendisini telefon, mesaj ve maillerimle bezdirmiş olduğumu düşündüm evvela. Sonra aklıma iş durumu geldi. Vallahi de mevzu buydu. Bunu hissediyordum! Sakin sakin istifamı verdim. Hani ortada bir şey yokken nasıl yaptın diyebilirsiniz, hocam da öyle demişti ama yaptım işte. :) Hissi kablel vukuu diyelim.

Sanırım akşama doğru bir vakitti. Nişantaşı'nda bir kahve içtik, hocam, sanki ben aylarca "beraber çalışalım mıığğ litfeeeeeğn" diye peşinde koşmuyormuşum gibi normal normal asistanı olmamı teklif etti. (Hislerim kuvvetlidir demiş miydim? :) Ben de kendisine birkaç saat evvel zaten istifa ettiğimi söyledim. Ufak çapta bir şok yaşamadı değil. Sonra sonra benim ne kadar "kırık" bir tip olduğumu anlayıp beni sürekli sakinleştirecekti. :)








22 Ocak 2012'den itibaren, resmi olarak, hocamın asistanı olmuştum. Asistan derken sekreterin elit söylemi asistandır hepimiz biliyoruz değil mi? İki üniverste, kariyer mariyer umurumda değildi. Bilmemne çok önemli markasının bilmem çok önemli uzmanı, müdürü olacağıma yüz kere tercih ederdim hocamın sekreteri olmayı. Netekim oldum da. :)





2012 başından bu yana yüzlerce hastamız, danışanımız oldu. Ben, bilmediğim bir mecrada sadece ameliyatlı olmanın tecrübesiyle yol aldım. Binlerce mesaj cevapladım. Bir sürü ameliyata girdim -işi mutfağında gözlemlemek- için. Yüzlerce yerli, yabancı kaynak okudum. Literatürler devirdim, hatta bizzat kendim tıp literatürüne geçtim. Hayatımda beni bu kadar tatmin eden, bu kadar mutlu eden bir iş olmadı...





Aslında itiraf etmem gerekirse benim hayalimdeki iş (lütfen çığlık atmayın) "Adli Tıp Teknikerliği" idi her zaman. Aslında hala öyle ancak yaşım ve işim  itibariyle buna ayıracak ne vaktim, ne halim, ne de 3.üniveristeyi okuyacak takatim var. İlk ameliyata girdiğimde bayılırım diye koltuğa oturmamı söylemişlerdi. Bayılmak şu yana dursun, ben tüm ameliyatı neredeyse hocamın omzunun üzerinden izlemiştim. Tabii o zamanlar ekip benim ne kadar ameliyat videosu izlediğimi bilemezdi. Onlar da haklı, kızlar çoğunlukla ilkinde bayılırmış zira. :)



Gün oldu, devran döndü. Bugün ortalama 1500 hastamız sağlığına kavuştu, ben koordinatör oldum, yeni asistanlar aldık. İşin en dip noktasından başlayan biri olarak şu an sanırım gelbileceğim en üst noktalardan birinde ve hala hocam Doç.Dr.Halil Coşkun'un dizinin dibindeyim.  2011'den 2014'e dek değişen sadece yılların geçmesi değil, benim bir yandan çalışırken bir yandan da sakinleşmem, ehlileşmem. Hayra hizmet edip, bir de sevdiğiniz insanlarla, sevdiğiniz işi yapıyorsanız sizden şanslısı yok. Planlarımız şöyle ki; hocamla birlikte emekli olacağız. :)

Sektörde birazcık sivrildiğiniz vakit, göze batıyorsunuz. Bu bir gerçek. Defalarca ilgilenmeyeceğimi belirtmeme rağmen sektörden bu zamana kadar çılgınca teklifler aldım. İnanılmaz, dudak uçuklatacak fiyatlar, iş koşulları dönüyordu piyasada. Bana asıl koyan hep, biraz fazla parayla beni kendi yanlarına çekmeye çalışan hekimlerdi.[ Ki en son geçen hafta, 5 haneli bir maaşı reddettim.] Bu tekliflerin çoğunu hocama söylemedim bile. İlk gün olduğu gibi, derdim para değildi ve hiç olmayacak.

2012 Ocak'tan beri ben tam olmak istediğim yerde, yapmak istediğim işte, yanyana olmak istediğim insanların yanındayım. İki kişi başladığımız bu yolda, artık bir hayli büyük bir ekibiz. Tek odağımız sağlıklı ve mutlu olmanız. Yapabiliyorsak ne mutlu. Ben her sabah, aynı amatör heyecanla işime başlıyabiliyorsam ne mutlu. Hocam her ameliyathaneye indiğinde, ameliyat ettiği tek hasta, sedyemizde olan gibi davranıyorsa ne mutlu...

Şimdi baktığımda ortalama 3 yıldır beraberiz. Büyüdük ama çirkin manada "profesyonelleşmedik." . Her hastamız biricik, her hastamız özel oldu. Ne mutlu bize, nice yıllara bize...







Peki ya aşk defteri? O da sonraki yazımızda dolacak...
Kaderin çarkları bir kez daha benden yana olacak... :)

29 Ağustos 2014 Cuma

Aşk yeniden, Akdeniz'in tuzu gibi... :)


- Aşk yeniden... -

Yaşadığım kötülerin de kötüsü tecrübeden olsa gerek, aşk defterini sonsuza kadar kapattığımı düşünüyordum ben. Hayat boyu artık evlenmem, aşk neymiş, evlilik neymiş diye dolanıyordum ameliyattan sonra.

İş durumum ise bir felaketti. Ameliyattan önce son bir uzun metraj çekip az deneyimim olan sinemaya, son bir sahneye çıkıp hayatımın 10 yılını verdiğim sahneye veda etmiştim. Aslında veda ettiğimi bilmeden yapmıştım çünkü ben kendimce devam edeceğimi düşünüyordum. Ameliyattan sonra hızlıca kilo vermemle beraber gelen bir-iki teklif de kesilmeye başladı. Sağlıklı ve işsiz biçimde kalakalmıştım. Meğerse sektör beni şişmanım diye istermiş, bu noktada nasıl bir açık varsa demek! Bununla yüzleşmek benim için çok zordu zira ben hep yetenekliyim diye işlere seçildiğimi sanıyordum. Halbuki hayatımda bir kez daha kazın ayağı öyle değildi.

Hayatımda sadece hafta bir iki saat yayın yaptığım radyo programım kalmıştı. Bunun dışında sağlıklı ve boş oturmak bana o kadar koyuyordu ki... Muhakkak birşeyler yapmalıydım...

Ortalama ameliyatımın üzerinden 3 ay geçmişti. 132 kiloyla başladığım yolculukta tam net hatırlamasam da 100 kilo civarı bir noktadaydım. İşsiz olduğum için annemden destek alıyor ve kafamı dağıtmak için gezebildiğim kadar geziyordum. Toplantılar, yürüyüşler, konserler, neler neler.

Yine bu gezme günlerinin birinde, bir Ekşi Sözlük organizasyonu olan Ekşi Fest'e gitmiştim. MFÖ konseri olacaktı, çılgın atacaktık kocaman, çoğu eskiden birbirini tanıyan bir arkadaş grubu olarak. (25 Haziran 2011). Orada ilk defa tanıştırıldık ama ne ben onunla, ne o benimle çok ilgilenmedi açıkçası. İlk görüşte aşk değil yani durumumuz baştan söyleyeyim. Hatta kendisi benden 3 yaş küçük olduğu içün, epey bir süre abla muhabbeti yaptırdım, yalan değil. :)

O gün daha sonra konuk olarak programıma gelmesi için davet ettim. Bu davetimde yukarda allah var habis bir şey düşünmüyordum. (valla düşünmüyordum.)(bak valla dedim! yan yan gülmeyin! :). Neyse gün geldi devran döndü, Erdem (ki şu an kendisi iki yıllık eşim oluyor) ilk defa programıma geldi. Bu ilk programda dostane açıdan birbirimize ısınsak da, yine aramızda bir elektrik ya da ona benzer bir şey oluştu diyemem.

Buyrunuz programıma ilk konuk olduğu gün:



Takip eden haftalarda internet üzerinden mesajlaşmalara ve en nihayetinde de telefonlaşmaya başladık. Benim ne kadar güvensiz olduğumu bildiği için epey bir uğraşmak zorunda kaldı benim çileli sevgilim. Beylikdüzü-Üsküdar arasını (ki trafikte 4 saat kadar oluyor ara) defalarca gitti geldi. Ses tonumu beğenmediği için akşamın körü kapımda bitti. Evi çiçek bahçesine çevirdi. Nazar boncuğum çatladı diye yenisini getirdi. Küçük Prens hayranıyım diye bilekliğini buldu getirtti. Püre diyetinde tatlı krizine girince (bkz: malum günler) muhallebi aldı getirdi. Hep yanımda oldu.

Ve nihayet... Bir gün geldik zurnanın zırt dediği yere... Bu kadar güzel giden bir şeyi bozmak son niyetim olsa da kendimle, bedenimle, yara izlerimle barışık olmadığımı bilmesi gerekiyordu. (Aslına bakarsanız hala da barışık değilim.) Bir gece yemeğe çıktık. Herşey rüya gibi, herşey mükemmeldi.

İçim içimi yiyordu. Evet ben zayıflayacaktım ama bedenimde eski hastalığımın izleri duruyordu. Üstelik güzelleşmek bir yana sarkacaktım. Daha önce hiç şişman ya da fazla kilolu olmamıştım çünkü ben hep çok şişmandım. Olduğum kalıba oturamıyordum.



Muhteşem geçen bir yemek sonrası ona bu duygularımdan bahsetmeye karar verdim. İnanın bu deveyi hendekten atlatmaktan daha zordu benim için. Kem ettim, küm ettim. Zorlandım. En nihayetinde: "Bak Erdem... Ben zayıflayacağım ama sarkacağım. Kısa vadede çirkinleşecek, ancak epey uzun vadede güzelleşeceğim. Ayaklarımda hastalığımdan kalma korkunç yara izleri var. Beni seveceksen ya böyle sev, ya da şimdi bırak git..." dedim. Ağlayarak elbette. Böyle bir konuşma yapmak benim için çok ama çok zordu. Ya o da giderse diye düşünmeden edemiyordum.

"Yara izlerini görebilir miyim?" dedi. Eyvah dedim şimdi görecek ve nasıl kaçacağını bilemeyecek!
Ayağımdaki pantolonu dizime kadar sıyırdım ve izlerimi gösterdim. O kadar korkuyordum ki hem ağlayıp, hem titriyordum o esnada...

Ayağıma eğildi ve yara izlerimin hepsini tek tek, bir tanesini bile eksik bırakmadan öptü.
"Bu yeterli bir cevap olur sanırım" diyerek. O an, onun henüz haberi yoktu ama ben hayatımı onunla geçirmeye karar vermiştim. :)) (Ağlama molası, bu sefer mutluluktan...)

Bundan sonra sürecimiz benim ve hatta O'nun da anlayamadığı biçimde çok hızlı gelişti. Hiç beklemediğim anda, 09/10/2011 tarihli radyo yayınımın sonlarına doğru, canlı yayında evlenme teklif etti bana Erdem. Aklımı kaybediyordum heyecanımdan. Öyle böyle değil.<3

Elbette evlenecek her çift gibi öncelikle ailelerin karşılıklı bizi tanıması, sonra da birbirilerini tanıması gerekliydi. Açıkçası en büyük kabusum buydu. Önceki yaşadıklarımdan sonra, beni beğenmeyecekler diye aklım çıkıyordu. Yıllar sonra birine kalbimi açmışken tekrar aynı şeyi yaşarsam bir daha toparlanamayacağımdan korkuyordum.

Ve.. beklediğim o gün geldi. Nihayet ailesiyle tanışacaktım! Nihayetinde 132 kilo olmasam da hala 100 kiloydum. Dolabı açıp karşısına oturdum. Önce biraz ağladım. Sonra delicesine "daha zayıf gösteren kıyafet" aradım. Sanırım 35 kere falan üzerimi değiştirdikten sonra aynada bir "eehhh" çekebildim kendime yarım ağız. Erdem geldi, beni aldı. Çiçeğimizi, tatlımızı aldık. (Zannedersin ben onu istemeye gidiyorum :) ) Artık ne olacaksa olsundu. Bu yolun dönüşü yoktu. Otoparkta bir derin nefes alıp eve çıktık....

Beklediğimden çok daha sıcak karşılandım ama heyecanım bitmek tükenmek bilmiyordu. Sonradan kayınvaldemin söylediğine göre onlar da heyecanlanmış ama ben o kadar heyecanlıydım ki; farkedemedim bile. Ameliyatıma uygun bir sofra kurmuşlar, yemek ısınana kadar balkonda oturalım dediler. Erdem'in kıçının dibine kedi yavrusu gibi girdim oturduk yanyana fakat benim dizler tak tak tak nasıl titriyor. Allahım rezillik! Görmesinler diye elimi koyuyorum dizlere, elimle birlikte titriyor körolmayasılar. :))


 Velhasılı Erdem zaten evvelden bir girizgah yapmıştı hakkımda. Ben de ayrıntılı anlatmaya çalıştım kendimi. Hiçbir şeyi saklamadım. Açıklık en güzeliydi. Annemi de babamı da çok sevdim. İlk görüşte ha. :) Şimdi siz anlayasınız diye kayınvaldem-kayınpederim diye yazıyorum. Yoksa bir kere bile öyle hitap etmedim. 31 yaşımdan sonra gerçekten bir annem-babam daha oldu. Bu açıdan çok, çoooook şanslıyım.

Bir ara kayınvaldeme şöyle dedim: "Bakmayın bugün buz balığı gibi olduğuma, aslında çok eğlenceli kızımdır ama çok heyecanlıyım." İleriki zamanlarda bu lafımı hatırlayıp hatırlayıp güldük. :))

Çok zor, çok endişe ile beklediğim bir sınavdan daha şükürler olsun alnımın akıyla çıkmıştım. Ben onları çok sevmiştim, onlar da beni. Benim hayatımın hiçbir döneminde geniş bir ailem olmadı. Hep çekirdek, hep 3-5 kişi anca olduk. 31 yaşımdan sonra kocaman bir ailem olacaktı.



Beni benden çok düşünen, benden çok seven...
Bu sefer talihin çarkları, saadetimden yana dönüyordu...
Şimdi sırada nişan ve nikah vardı ve hayata ziyadesiyle geç başlamış biri olarak, hızlı gidiyorsun diyenlere inat, herşey ışık hızıyla olup bitecekti. :)


Geriye tek bir şey kalmıştı. Acilen iş bulmalıydım... ama nasıl?
...





                     
  

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Neyi, ne zaman, nasıl yemeli? ...ve hayır mideniz büyümedi! :)



Ne yemeliyim? Ne kadar yemeliyim? Ne zaman yemeliyim? Neler mideyi büyütür? Hangi aralıklarla beslenelim? ve daha neler neler.... Buyrunuz:


Geçen yazıda söz verdiğim gibi, kendi hikayeme devam etmeden önce çok sorulan bu soruya kendimce (tıbben değil kendimce) açıklık getirmeye çalışacağım.

Sizlere bir iyi, bir kötü haberim var. Hangisini istersiniz? Bir klasik olarak kötü haberle açılış yapayım. Bu paranoya geçmez, geçmiyor. Siz bunları okurken ben 3.yılını bitirmiş, 4.de koşan bir ameliyatlıyım. Bitmiyor allah bitmiyor. Hayır sizlere kocaman kocaman talkın verirken sanıyor musunuz ki ben 2 gram fazla yediğimde bunu yaşamıyorum? Elbette yaşıyorum. Yani, bununla yaşamaya alışacağız canlar. Başka çaresi ne yazık ki yok.

İyi haber ise şu, kontrol endoskopisi ya da skopisi çekilen çoğu hastanın midesi büyümemiş oluyor. Bir - iki ay evvel benim de kontrol endoskopim vardı ve ayılır ayılmaz şunu sordum " Hocaaaaaam büyütmüş müyüm midemiii :((" ve cevabını aynen aktarıyorum: "Yaptığım günkü gibi duruyor." Benim sevincimi elbette tahmin edebilirsiniz. :))

Peki nasıl oluyor da ilk katıya geçtiğimizdeki yeme miktarımız ile 6.aydaki yeme miktarımız arasında dağlar(!!) kadar fark oluyor?

Şöyle oluyor şekerim. Öncelikle hepimiz bize ameliyat sonrası verilen ilk ay diyetinin zayıflamak için değil, iç dikişlerimizin iyileşmesi için verildiğini biliyoruz değil mi? Bu diyetlerin amacı 1- iç dikişlerinizin iyileşmesi, 2- protein kaybı ve dolayısıyla kas kaybı yaşamadan bu süreci atlatmak.  Ameliyatımızı olduk, ortalama 15 gün sıvı, 15 gün püre beslendik. Ortalama 32.gün itibariyle sağlıklı katıya geçtik. Her ne kadar iç dikişlerimiz iyileşse de bu dönemde alabileceğimiz miktar midemizdeki şiş ve ödem dolayısıyla almamız gereken miktarın 6 da 1 i kadardır. En az yediğimiz dönem dolayısıyla katıya geçtiğimiz aydır. Midemizdeki şiş ve ödemin tamamen inip alabileceğimiz miktarı rahatlıkla almamız kişiye göre değişse de epey yavaş bir süreçtir. Dolayısıyla sizin dışarıdan gördüğünüz tablo şudur: Her geçen gün/ay daha fazla yiyorum! Kesin midem büyüdü benim!" Fakat aslında içinizde dönen kazın ayağı öyle değildir. :)

Peki ne yemeli, tam olarak ne zaman ve ne kadar yemeli? Aşağıda size sağlıklı bir listeyi özet geçeceğim. Beslenme uzmanı değilim, tamamen anam babam usülü yazıyorum ki; çok yedim diye kendinizi heder etmeyin. Saçınızı, başınızı yolmayın, türküler, bozlaklar çığırmayın. :)

Ameliyat sonrası ilk hafta: (ilk suyunuzu içtiğiniz günden itibaren sayılır.) : ortalama 6-8 çay bardağı şeffaf sıvı besin, (et suyu, tavuk suyu, süt, ayran öncelikli olmak üzere su kıvamı posasız sıvılar) + 6 su bardağı su. Zamanı, öğünü vs. önemli değil. Bu miktardan azını tüketmeniz susuzluk ve protein eksikliğine yol açabilir, fazlasını tüketebiliyorsanız memnun edicidir. Kendinizi asla zorlamadan yavaş yavaş, dura dura ve yudum yudum tüketmeniz (leydi/sir stayla) en önemlisi. Bu miktarlardan fazla almanız mideniz büyüdü demek değildir zira sıvılar geldiği gibi gider. Midede durmaz. Sakin olun. :)

Ameliyat sonrası ikinci hafta: Birinci haftaya ek olarak un, salça ve terbiye kullanmadan yapılan tanesiz çorbalar. 6-8 çay bardağı olan besin miktarınızı 5-6 su bardağı besin + 6 su bardağı su olarak arttırabilirsiniz. (özellikle yaz ayında ameliyat olduysanız su miktarınız her zaman öncelikli olsun, ikincil önceliğiniz de her zaman protein olmalı.) Aynı ilk hafta gibi bu hafta da öğün, zaman vs şeyler yapmanıza gerek yok. Elinizin altında olsun, aklınıza geldikçe için gari.

Ameliyat sonrası üçüncü ve dördüncü hafta: Ne yerseniz yiyin kıvamı muhallebi kıvamını geçmesin ve gaz sorununuz varsa gaz yapan sebzelerden uzak durun. Bu haftalardaki en büyük önceliğimiz budur. Püre haftalarında besin skalamız genişler. Örneğin süzme ya da lor peyniri (ezilerek), rafadan (çok cıvık olmak kaydıyla) yumurta,  tüm kıymalı sebze yemekleri püre yapılabilir, tavuk, bilhassa kalça but, pirinçsiz zeytinyağlılar, diyabetik muhallebi, hemen hemen tüm fırında pişen balıklar keza rondolanabilir. Sulu köfteler püre yapılabilir, meyveler yoğurt veya sütle blenderdan geçirilebilir. Pürelerde hafiften tokluk sinyalleri alacaksınız ama tam olarak tokluğu katıya geçince anlayacaksınız. Ortlama 4-5 yemek kaşığı püre (tepeleme değil tabii)  2 saatte bir yendiğinde sizi gayet güzel idare eder. Fazlası sizi çatlatmaz ama fazla alıştırmasanız iyi olur.


Ameliyat sonrası beşinci haftadan 3.aya kadar : Ameliyatınızdan sonra beşinci haftanızda sağlıklı geçiş besinleri tüketmeye başlayabilirsiniz. Nedir bunlar? Kremasız tüm çorbalar, yumurta ve çeşitleri (menemen, az yağda omlet, peynirli vs yumurta), peynirler, diyabetik sütlü tatlı, tüm püreler, tüm kıymalı sebze yemekleri, tüm fırında sebze yemekleri, tüm sulu köfteler, tüm fırında ya da yağsız ızgara/buğulama balıklar, baharatlar, çok iyi pişmiş (lime lime dediğimiz kıvam) tavuk haşlamalar vs. Bu dönemden 3.aya kadar ölçü kabınız orta boy ton balığı kabı olsun. Orta boy ton balığı kabı 160 gramdır. Bu dönemde 160-180 gram arası alabilirsiniz. Azını alıyor ve iştahsızsanız aldığınız tüm öğünlerin protein ağırlıklı olmasına gayret edin. Fazlasını alabiliyorsanız panik yok, çabuk iyileşiyorsunuz. :) Bu dönemde artık öğün sistemine geçmiş olmalıyız. 3 ana 2-3 ara öğün tüketebiliriz. Bu sistemle 2 saatte bir beslenmiş olursunuz, mideniz boş kalmaz, mide asitleriniz coşmaz ve reflü atağı yaşamazsınız. :) Ara öğünlerimiz için gramaj vermiyorum ama tüyo verebilirim: ara öğün olarak sıvı alıyorsanız 1 su bardağı dolusu alabilir (süt/ayran/kefir vs), katı alıyorsanız 1 çay bardağı (her türlü yağda ve tuzda kavrulmamış yemiş, gün kurusu, kayısı kurusu, meyve, yoğurt ya da peynir vs). Bu kadar basit. :)


örnek ölçü: (150-160 gr.)







3.aydan 6.ay sonuna kadar: Bu dönemde ortalama 200 gram alırsınız. Yukarıda son paragrafta yazdığım besinlere ilaveten artık rahatlıkla baklagiller, tüm salata neviyatı, ızgaralar, z.yağlılar ve abartmamak koşuluyla bulgur neviyatı yenebilir. Burada da da 3 ana 2-3 ara öğün söz konusudur ve tüyo aynıdır. 1 su bardağı sıvı veya 1 çay bardağı katı ara öğün. Yukarıda içeriklerine örnekler vermiştim). Aşağıda fotoğrafını koyacağım konservenin ölçüsü tam 200 gramdır. Tüm marketlerde göz aşinalığınız vardır diye konservelerden gidiyorum örneklerde. :)

                                                            örnek ölçü: (200 gr.)



6.ay sonrası: 6.ay ve sonrasından itibaren artık midemizde ve öğünlerimizde belirgin bir artış olmaz - olmamalı. Aslında bir nevi kontrolü ele almanız gereken nokta diyebiliriz. Artık ilelebet bir porsiyonumuz 250 gramı geçmemelidir. Bunu servis şeklinde düşünürsek 3-4 ev köftesi ve küçük kase yoğurt/cacık/salata diyebiliriz. Ben 6.aya kadar makarna/hamur işi/pilav/simit/ ekmek yenmesine (hatta genel olarak ekmek ve hamur alışkanlığına) karşıyım. Hiç yemiyorum demiyorum ama benim ilk önceliğim olmadı ve 8-9.ayımda başladım. Çok ekmek yeme ihtiyacınız oluyorsa bunu peksimet, etimek ya da grissini ile telafi edip bu lüzumsuz alışkanlığı minimumda tutmanızı öneririm. Canınız çok tatlı istiyorsa, bu hakkınızı da diyet/diyabetik sütlü tatlılardan kullanmanızı öneririm. Elbette yılda bir bayram seyran bir dilim baklava yenir, ben rutinizden bahsediyorum. Normalde 6 aylık bir ameliyatlı 250 gramla çok rahat doyar yalnız gramaj kadar önemsemeniz gereken şey de içeriktir. Örneğin 200 gram et ve bir kaşık yoğurtla 250 gramınızı tamamlayıp tıka basa doyarsınız ama 200 gram sebze yemeği ve bir kaşık yoğurtla daha az doyarsınız. Et/balık/tavuk/kıyma her zaman çabuk doyurur, tok tutar. Bu nedenle ilk tercihimizdir. Burada da da 3 ana 2-3 ara öğün söz konusudr ve tüyo aynıdır. 1 su bardağı sıvı veya 1 çay bardağı katı ara öğün. Aşağıda 250 gram için seçtiğim örnek kap mevcut. Bu ürünleri seçmememin nedeni çok bilinir olmaları. Zengin ya da orta halli, ya da durumu olmayan herkesin erişebileceği ve ölçü kabı olarak kullanabileceği şeyler olmaları. Reklam meklam değil yani. Dedikodu olmasın gebertirim. :)



  Örnek ölçü: (250 gr. )




Ortalama beslenme portföyümüz böyle olmalı arkadaşlar. Bir gastrik sleeve/tüp mide ameliyatlılının ortalama olması gereken beslenme düzenini aktarmaya çalıştım sizlere. Şayet bypass'lı iseniz her zaman tüp midelilerden daha az ama daha sık beslenip, daha çabuk doyacaksınız, şaşırmayın. Tüp midelilerin 3.ayda başladığı şeyler size erken gelebilir, daha çok besinden rahatsız olabilirsiniz. Tüm bunlar çok normal. Panik yok.

Şimdi tüm bunların ışığında kendinize dönün ve samimi olun, gerçekten bir oturuşta, bir öğününüzde bu verdiğim ölçülerden fazla yiyor musunuz? Yiyor ve doymuyor musunuz? Öğünlerinizde proteini önde tutuyor musunuz? Şayet protein ağırlıklı yiyor ve bu ölçülerle doymuyorsanız bunu muhakkak beslenme uzmanınız ya da doktorunuza danışın. Ancak biliyorum, doyuyorsunuz. :) (di mi?)

Peki midemizin büyümemesi için ne yapmalıyız? 

1- Asla gazlı içecek tüketmeyin. (ve evet soda, bira ve enerji içeceği de gazlı içecektir.) Sodayı açsak, gazı kaçsa, 10 dk beklesek, önce bıyıklarımıza sürsek, kafamızdan 3 kere dolandırsak falan gibi şeylerle kendinizi avutmayın. Gazlı içecekten uzak durun. Litfen. Bak littfen diyorum.

2- Tüm obezite cerrahisi türleri için ortak kurallardan biri de katı-sıvı aynı anda almamaktır. Almayın. Öğün ve sıvı alımınız arasında 30 dk olsun. "Ay şekerim ben kahvaltımı çaysız yutamıyorumi boğazıma dizilye" falan demeyin, bana bunlarla gelmeyin. Alt tarafı şurada uyacağınız iki ana kural var. Bu büyüyü bozmaya değer mi? Hiç sanmıyorum. <3




3- Asla "allahım bir lokma daha yersem kusucam" noktasına kadar yemeyin. Zaten biz ameliyatlıların doyma hissi keskindir. Doyduğunuzu çok net anlarsınız. Tepeleme yemeyin, yemeye çalışmayın. Zorlamayın. Kendinizi dinleyin.






Mideyi büyütmeyen ama terketmemiz gereken alışkanlıklar neler?

1- Sıvı kalorilerden mümkün mertebe uzak durun zira sıvı ya da içimi/yenmesi kolay kaloriler alışkanlık haline geldiğinde kilo veriminizi ya da korumanızı zorlaştıracaktır. Ör/Krema, milk shake, alkol türevleri, aromalı kahveler, dondurmalar, pekmez (evet kansızım diye pekmez içen var!) vs.






 

2- Atıştırma huyundan vazgeçin. Vaz - ge - çin.
Şayet ana ve ara öğünlerinizin arasında atıştırırsanız ana ve ara öğünlerinizde acıkmayacaksınız ve almanız gereken az sağlıklı beslenip, çok abur cubur tüketeceksiniz. Yapmayın.

3- Gece yemeyin.
Aynı paydos eden dükkanlar gibi düşünün metabolizmanızı. Akşam kepenkler iner ve dükkan kapanır. Metabolizma stand by (uyku modu/bekleme) durumuna geçer. Lütfen gece yemelerinden uzak durun. Metabolizmanız gece yediklerinizin çoğunu öğütemeyecek ve depolayacaktır.


Şimdilik benden bu kadar. Çok önemle tekrar ediyorum ki; beslenme uzmanı değilim. Uydur uydur ipe de dizmiyorum. Bu noktadaki referansım 1 - Hocam: Doç.Dr.Halil Coşkun, 2- Uzm. Bariatrik Diyetisyen Nazlı Acar 3- Deneyimlerim. Yaşadım, deli gibi araştırdım, çalıştım, oradan biliyorum. Güle güle kullanın. Nesillerce paylaşın. Artık kendi hikayeme devam etmemin vaktidir.
Sağlıcakla kalın. :)

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Merhaba, biz ameliyatlılar için biraz huzur verir misiniz acaba?


 
Nicedir, asırlardır aklımda aslında bu konuda yazmak ancak iş, güç çok erteledim. Şimdi sırasıdır, zamanıdır. Aslında yazının odak noktası biz obezite cerrahisi geçirmiş kişiler değil, aileler, akrabalar, 5.dereceden kuzen Nimet, yan apartmanda oturup ota püsüre karışan Nuran, hastanede ameliyatlı biriyle tanışıp size felaket tellalılığı yapan Hüseyin ve daha binlercesi...

Ameliyat olduğunuzda farkedeceksiniz ki şekerim, olay sadece ameliyatla bitmiyor. Yeme bozukluğunun ve bunu iyileştirmeye çalışmanın getirdiği ruhsal ve fiziksel bir yükünüz var. Gün geçtikçe aslında bedeniniz hafiflerken, ruhunuzu da tamir etmek durumundasınız. Kalemim erdiğince bahsetmeye çalışmıştım zaten bunlardan ancak ilerleyen safhalarda göreceksiniz ki; hani ameliyat olmadan önce vıdı vıdı vıdı her işinize burnunu sokan o elalem var ya, hah işte onlar bitmiyor...

Öncelikle şunu kabul edelim. Hayatta ne halt etmeye çalışırsanız çalışın, böyle tipler hep oldu ve hep olacak. Bunların sinir bozuculuğu sadece ameliyatımız için geçerli değil. Evlenmeye kalksanız gelini/damadı eleştirir. Ona poposu yemezse düğün salonunu eleştirir. Onu yapamazsa davetiyeye laf atar. En küçük misal bu ancak bu tipler hep var ve ne yazık ki hep var olacaklar. Önemli olan kısım sizin incinmeden, içinize işletmeden bu tiplerle nasıl başedeceğiniz. Ben vaktiyle incindim, oradan biliyorum.

Ameliyatımın 3.ayı falandı sanırım. Uzak bir akrabamız yemeğe çağırdı. Bir ufak çorba kasesinin yarısı kadar kıymalı bezelyeyi aldım kendime, afiyetle de yedim. Bu esnada masadaki herkesin benim en az 3 katımı yediğini de ekleyeyim. İnsan az yiyince (çok kötü bir huy ama) ameliyatsız insanların ne kadar yediğine bakıyor. Neyse velhasıl uzatmayayım, evin babası dönüp bana demesin mi "sen ameliyatlı değil misin kızım, NE ÇOK YİYORSUN?" Ebele gübele kaldım evvela, dalga geçiyor sandım, hani ironi falan. Baktım adam direk cevap bekliyor. Ne kadar yiyeceğimi bilmiyor olsaydım kilo veriyor olmazdım, kafanızı yormayın dedim. Bu arada yediğimin nasıl boğazıma dizildiğini, yemekten sonra el yıkama bahanesiyle tuvalete kaçıp ağladığımı, günlerce, evet günlerce "lan acaba çok mu yiyorum gerçekten?!" diye kendi kendimi yediğimi söylemiyorum bile....

Başıma gelen hadiseyi anlatma nedenim elbette sülale dedikodusu yapmak değil. Yeri gelip en yakınlarınızın bile ne kadar densiz olabileceği. Farketmeden ya da daha beteri farkederek sizi incitmeleri.

Şuna çok inanıyorum. Bir konuda incinmemizin sebebi buna izin veriyor oluşumuz. 


Peki ne yapacağız? Ne yapmalıyız daha doğrusu...Güzel sorular. Vaktiyle hepsini yaşadığım için ancak yol göstermeye çalışabilirim. Unutmayın ki; siz bunları okurken ben o kazıkların hepsini o insanlardan tek teeek yemiş ve sindirmiş haldeyim. Hatta içinde kazık ağacı çıkmış bir insanım. :)


Öncelikle size diyetinizle, ilaçlarınızla ya da tıbbi gidişatınızla ilgili yol göstermeye çalışanlara tek bir lafınız olmalı. "Doktorum böyle uygun görüyor." Eğer uzatmaya çalışırlarsa blöf yapın. "Arayayım sen bir konuş istersen" diyebilirsiniz, "sonraki kontrolüme beraber gidelim, bu naçiz fikirlerine bakalım doktorum ne diyecek?". Emin olun bir fasıl geri basacaktır.

Sonralıkla, her mahallede, her ailede şunu göreürsünüz. "Sen gittin ameliyat oldun ama, bizim komşunun torununun kızı Şefika vardı, o da oldu. Hiç kilo veremedi." Bunların felaket senaryoları hiç bitmez. Konu ne olursa olsun konuyla ilgili tecrübeli (!) bir tanıdıkları vardır. Hayır benim de Vatikan'da çalışan tanıdığım var ama kendimi Papa'nın vekili zannetmiyorum havaya girip?! Bence en sinir bozucu kitle budur. Bunları asla ASLA ciddiye almamanızı öneririm. Hatta dinlemeyin bile. Mümkünse ortamdan sıvışın. Sıvışamıyorsanız çatır çatır bozun. Bozamıyorsanız, laf yetiştirecek gücünüz kalmadıysa beni çağırın. Ciddiyim. O denli doluyum bunlara.

Üçüncüsü ve en zoru 1.dereceden yakın aile bireyleridir. Çünkü aile bireylerinin ameliyat olayına mantık çerçevesinde bakması çok zordur. Tabiatıyla duygularıyla ve olağanca korumacılıklarıyla yaklaşırlar. Ana-baba-kardeş-eş-evlat. Hayatınızın baş ekseninde oldukları için ve hayatınızı zehir etmemeleri için bence kontrollerinize hakikaten onlardan en az birisiyle gidin. Size evde yaptıkları tantanın yarısını bile doktorunuzu görünce yapmazlar. Üstelik hekiminiz sorulan sorulara cevap verir, yönlendirir ve içlerini rahatlatır. Dolayısıyla siz de mutlu olursunuz. :)

Ameliyat sonrası her zaman söylediğim gibi, en çok ihtiyacınızın olacağı şey (tıbbi takipten sonra) moral ve motivasyondur. Yine her zaman söylediğim gibi ameliyat sonrası çevreniz daralabilir. Buna da üzülmeyin ve inanın ki; böylesi daha makbul. Sizi üzen insanlardan, yoran insanlardan sessizce uzaklaşın. Size huzur verenler inanın size ömür boyu yeterler ve iyi ki varlar...

Biz obezken bize kulp takan insanlar inanınız ki; zayıflarken de, zayıfken de takacak bir kulp buluyorlar. O nedenle incinmişlik iplerinizi kimsenin eline vermeyin. Unutmayın, siz çok güçlüsünüz. Siz bir ameliyat atlattınız. Bu herkesin harcı değildir. İnsanlar dişini çektiremezken, siz kendi hayatınızda bir devrim yaptınız. Ayakta durun ve sizi üzenlerden sessizce gülümseyerek uzaklaşın. Çünkü hayata, üzülmeye, hele ki kendi seçimlerinizi başkalarının sorgulamasına izin vermeye gelmediniz.

Bizler; her birimiz özeliz. Güzeliz.
Ve seçimlerimizden dolayı kocaman bir alkışı ve saygıyı hakediyoruz.
Önce kendinize, sonra etrafınıza bunu hissettirin.

Sizi üzmelerine izin vermeyin. <3


ve hayır mideniz büyümedi... bu da bir sonraki konumuz olsun. ;)





7 Mayıs 2013 Salı

Zayıflamak Özgürlüktür! [Mgb 2.yıl güncellemesi - Doç.Dr.Halil Coşkun]





Özgür olmamak illa hapiste olmak değildir. Özgür olmamak yük taşımaktır. Özgür olmamak yürüyememek, koşamamak, bağdaş kuramamak, terlerim diye arkadaşlarında kalamamak, istediğini giyememek...

Sen de NORMAL insanlar gibi özgür olmak istersin. Elinden geleni yaparsın. Diyetler, jimnastikler, bitki çayları, onlar, bunlar...Olmayınca olmaz işte...

Sana "yapamazsın" diyecekler...Gülecekler. Hep güldüler ya zaten. Süreki şirinliğinden dem vurup arkanı döner dönmez saydıkları lokmalarını anlatacaklar. Sana hep başaramadığını hatırlatacaklar. Lütfen dinleme onları. Belki beni tanımıyorsun ama bana inan. BAŞARACAKSIN!

Varolan iki gram umudunu da paramparça edecekler. Yataktan ne kadar yorgun kalktığını, avuç avuç ilaç içmeyi, kışın ortasında bile şakır şakır terlemeyi, kendinden utanmayı, yaralarını, dertlerini sadece yemeğe bağlayacaklar... Azıcık boğazını tutsan halbuki geçecek onlara göre. Azıcık....

Sonra bir gün biri gelecek ve diyecek ki, "Birlikte başarabiliriz. Obezite kaderin değil. Sen inanıyorsan, ben de inanıyorum." Sana UMUT verecek. Dört elle sarılacaksın umuduna, yeni hayatına.

Sonra o iyileşmeni isteyen insanlar bir bir set çekecek sana. Ameliyat olma. Zararlı. Riskli. Hani iyileşmeni istiyorlardı??? Sen dinlemeyip yatacaksın o ameliyat masasına. Kulağında binbir melodi, cesaret versin diye. Korkarak ama korktuğunu çaktırmayarak.

Sonra uyanacaksın.  Toz pembe mi, hayır değil. Çok mu kolay bir süreç? Asla kolay değil ama unutma ki şişman yaşamakla kıyas bile kabul etmez.

Sonra yavaş yavaş alışacaksın sağlığa. Yürüyebilmek, yarasız yaşamak, koşmak, spor yapmak, kendine özen göstermek, terlememek, bağdaş kurabilmek, oturduğun koltuğa çantanı da sığdırabilmek, YAŞAYABİLMEK, hayattan zevk alabilmek...

Size hayatımı özetlemeye çalıştım. Kısacık satırlarla. Biliyorum ki benim hayatım, nicelerimizin yaşadıklarıdır aslında.


Tanrı bana ikinci bir şans verdi hocamın elleriyle. Ben mutlu sonuma doğru yürüdüm. Hayatımın en doğru, en güzel kararı hocam Doç. Dr. Halil Coşkun ve Mini Gastric Bypass ameliyatım.

Tanrı bana ikinci bir şans verdi. Neden size de olmasın? Mutlu sonlara inanın lütfen...
Obezite Kaderiniz Değil!

[Mini gastric Bypass 2 yıl,1 ay - 132'den 60'a...]

16 Ekim 2012 Salı

Yeme Bozukluğu/Kendine ait olmayan yükler taşımak.../



Ameliyatımdan hemen önce, henüz zayıflama sürecim başlamamışken bana sorsalardı şişmanlığımın hissini, şöyle cevaplardım. "Kendime ait olmayan yükler taşıyorum." Şimdi belki birçoklarınız diyecek ki: "Yahu dana gibi yedin, şiştin. Nasıl sana ait değil bu yük?" Şöyle izah edeyim. 

Bizler, obeziteden öte "yeme bozukluğu" illeti yaşayan insanlar, farkında değiliz...

Sevinince, üzülünce, kızınca, hayal kırıklığında, aynaya bakmak istemediğimizde, zor bir sınavdan önce, sevgiliden ayrılınca...
Hazmedemediğimiz her duyguyu yiyerek bastırmaya çalışıyoruz bizler. 

Yiyerek acımızı azaltıyor, dünyayı katlanabilir bir hale getirdiğimizi sanıyoruz.
Yiyerek sakinleştirdiğimize inanıyoruz kendimizi.


Ne kadar bastırırsam o kadar az yara alırım diye oluşturduğumuz zırh, zamanla bize parmaklık oluyor. Farkında değiliz.

Bir gün bir bakıyoruz hazmedemediğimiz her duyguda yiyecekle saldırdığımız bedenimiz de artık bu yükü taşımak istemiyor. İsyan bayrağını çekiyor. Ancak o zaman anlıyoruz ne kadar "başka bir yük" taşıdığımızı. 


Sadece bu olsa iyi, bir de elalem yükü taşırız biz. Zayıflar pek bilmez, ah canlarım...
Bizler; ortamın ağır abi/ablaları, her zaman dert dinlemeye hazır görülen gözyaşı yastıkları gibiyizdir. Herkes -kilo nasıl ve neden güven veriyor bilemem ama- en gizli sırlarını, en büyük dertlerini bizlere anlatır. Dinlemek istemediğiniz anlarda bile sizi kıstırır, adeta içlerini size kusar insanlar. 

Şişeriz. Şiştikçe elalemin derdi için de yeriz. 

Biliyor musunuz bu kısır döngü hiç bitmez, bitmeyecek. 

Ta ki bir gün siz ayaklanıp, dur deyinceye kadar. 
Ta ki bir gün her kahrınızı çeken o bedeniniz pes edinceye kadar. 
Ta ki bir gün bunu yaşamak zorunda olmadığınızı anlayana kadar.  


Kendinize ait olmayan hiç bir yükü taşımak zorunda değilsiniz, taşımayın. 

Bırakın insanlar kendi acılarıyla, kendi sırlarıyla, kendi dertleriyle başa çıkarak olgunlaşsın. Siz kimsenin acil durum çantası, yara bandı olmak zorunda değilsiniz. Olmayın. 

Annemin sıkça anlattığı bir hikayeyi aktarayım size. Bir tanıdığımız 23 yıllık eşinden boşanıyor. Çocuğu da evlenip gidiyor. Kadının söylediği ilk şey: Yıllarca kendi istediğim pilavı değil, ya eşimin istediği gibi domatesli, ya çocuğumun istediği gibi şehriyeli  pilav pişirdim.  Biliyor musun ilk defa kendi istediğim pilavı pişirdim bugün ve yedim. Demek ki hayat böyle bir şeymiş...

Bu, şu üç günlük dünyada birazcık da kendinizi düşünmek üzerine verilebeilecek sanırım en güzel örnek. Dramatik olsa da. 

Yarın sabah kendiniz için uyanın, yıllar sonra belki de ilk kez. Anne babanız, kocanız, karınız, çocuğunuz için değil. Yarın sabah kendiniz için bir şey yapın. 

Kendiniz için yüzünüzü yıkayın, kendiniz için pijamaları çıkarıp güzel bir şeyler giyin. Kendiniz için derin, güzel nefesler alın ve kaderiniz sandığınız, mutsuz olduğunuz hayatınıza kendiniz için bir adım atın. 

Kendi sevdiğiniz müziği açın radyoda, mırıldanın, şarkı söyleyin. Neşenin size ne kadar iyi geldiğine biraz kulak verin. 

Başkaları için, başkaları yüzünden değil siz buna layıksınız diye güzelleştirin hayatınızı. 

Başkaları yüzünden değil, kendiniz için, atın başkalarının yüklerini sırtınızdan. 
Kendiniz için kararınızı verin, adımınızı atın ve zayıflayın. 

Diyet, egzersiz, mide balonu, cerrahi müdahale...
Hangisi sizin için uygunsa, hangisine kendinizi hazır hissediyorsanız başlayın. 

Yarın sabah kendiniz için bir şey yapın. :)